
Günlerden bir gün ormanlar kralı aslan tilkiyi yanına çağırır ve canının çok sıkıldığını, bu durumdan da hiç hoşnut olmadığını, sinirlenmeye başladığını söyler. Aslanın azametinden ve bakışlarından ürken tilki biraz düşündükten sonra kendisine şu öneriyi sunar:
- Hünkârım canınızın sıkılmasına iyi gelecek bir çözüm buldum. Şimdi tavşanı çağıralım ve siz ona bilemeyeceği bir soru sorun. Cevabını bilemediği için de onu dövün ve böylece rahatlayın.
Bu öneri aslanın kafasına yatar. Tilkiye hemen tavşanı yanına çağırması için emir verir. Başına geleceklerden habersiz tavşan zıplaya zıplaya aslanın yanına gelir.
- Buyrun hünkârım beni çağırmışınız.
- Şapkan nerde senin?
Tavşan “şapka ne ki ….” bile diyemeden aslan, tavşanı bir güzel pataklar. Rahatlamıştır aslan. Kafası-gözü moraran tavşan ise neye uğradığını anlayamadan seke seke yuvasına dönmüştür.
Aradan bir süre geçer ve aslan yine tilkiyi çağırır. Canının sıkıldığını söyler yine. Bu defa tilki hiç ara vermeden lafa girer:
- Ey kralım. Can sıkıntınızı hemen çözebiliriz. Çağırayım mı tavşanı?
Aslanın “evet” cevabını duyar duymaz soluğu tavşanın yanında alır. Tilkinin söylediklerini duyan tavşan bu defa ürkek adımlarla aslanın yanına gider.
- E-e-e-emret ey Haşmetmeab…
- Şapkan nerde senin!
Yine kendisine cevap hakkı tanınmayan tavşan bir güzel dayağını yer ve yine yuvasının yolunu tutar.
Aradan yine bir süre geçtikten sonra aslan tilkiyi çağırır ve canının sıkıldığını ve şapka numarasından da bıktığını söyler. Tilki kıvrak zekâsıyla hemen yeni bir çözüm sunar aslana:
- Hünkârım, yine çağıralım tavşanı. Ondan bir bardak çay isteyin. Açık getirirse neden koyu getirmedin diye, koyu getirirse neden açık getirmedin diye döversiniz ve rahatlarsınız.
Bu teklif aslanın hoşuna gider. Tilkiye yine tavşanı getirmesi için emreder. Kısa bir süre sonra ayakları geri geri giderek, dizleri titreyerek tavşan gelir.
- Git bana bir bardak çay getir.
Bu emri duyduğuna önce şaşıran, sonra sevinen tavşan neşelenir. Dizlerinin titremesi durur. “Emredersin Hünkârım” der ve gerisin geri zıplayarak gitmeye başlar. Birkaç zıplamadan sonra aniden durur ve geriye döner:
- Hünkârım, açık mı olsun, koyu mu olsun çayınız?
- … . Şapkan nerde senin!!
***
Şimdi hep beraber kendi şapka hikâyelerimizi düşünmeye ne dersiniz? Hayatın farklı kesitlerinden iki örnek sunayım;
Çocuklukta:
- Oğlum ben sana top oynamak yok demedim mi?
+ Dedin anne. Oynamadım ben de zaten.
- Ne bu üstün başın toz içinde o zaman!
+ Arkadaşlarla yakalamaç oynadık.
- Al işte. Temiz kıyafetlerle niye oynuyorsun oğlum. Oynamayacaksın.
+ Top oynama dedin, oynamadım ben de. Niye kızıyorsun ki?
- Sus, anneye cevap veriyor bir de.
Aslında annelerimizin niyeti, top oynamamamız değil, temiz kıyafetlerimizi kirletmememiz. Sadece bunu dile getirirken düşündükleri ile söyledikleri bir olmuyor bazen. Bu da iletişim kazaları yaşanmasına yol açıyor. Netice itibariyle her iki tarafın istekleri de karşılanmıyor. Oğlan top oynayamıyor, anne temiz kıyafetler ile karşılaşamıyor.
İş hayatında:
- Gittiğin yeri neden haber vermiyorsun bana?
+ E-posta atmıştım.
- Ben senin postalarını mı takip edeceğim, bana günde onlarca posta geliyor. Arayıp haber vereceksin.
+ Aradım. Sekreteriniz sizinle görüşmek istediğimi iletince şimdi görüşemeyeceğinizi söylediniz.
+ Olmaz ki öyle! (Yani şapkan nerede)
Yaşanan bu diyaloglarda aslında maddi gücü elinde bulunduran ya da hiyerarşik olarak yukarıda bulunan avantajlı gibi gözükür. Onun niyeti de bellidir. Soruların hepsi bahanedir. Siz bunu çözümlediğiniz zaman farkında olmazsınız ama güç sizin elinize geçmiştir bile.
Alıştığımız sistemde bütün yanlış kararları sen alamazsın, düşük performanslardan sen sorumlu olamazsın, geciken siparişlerin hepsinden sen sorumlu olamazsın, işletim sistemleri senin yüzünden çökmüş olamaz ama bunlar için sen çok uygun bir tavşansın.
Günümüzün yönetim anlayışında bu tür hiyerarşi ve azar mekanizmaları her ne kadar arzulamasak da sürmektedir. Sürtüşmeye girilen işlerin aslında takım oyununu bozan bir süreç olduğunu unutmaktayız çoğu zaman. Bir futbol maçında birbiriyle kavga eden iki takım arkadaşı gördüğünüzde nasıl ki bunu ayıplıyor ve yakıştıramıyorsanız; aynen öyle siz de yaşadığınız gereksiz tartışmalarda ekibinizle birlikte aynı algının bir parçası oluveriyorsunuz. Ondan farklı değilsiniz. O kavgada sizin galip gelmeniz ya da haklı olmanız size bir şey kazandırmıyor. Takıma kaybettiriyor sadece. Profesyonel iş ve yönetim hayatında da en sık kullandığımız ama içini dolduramadığımızın farkına varamadığımız şey işte: “takım ruhu.”
Eğer şirket olarak takım ruhunu tabana yayabiliyorsanız, o zaman bu uzun maratonda mutlaka kazanan siz olacaksınız. Birinci olamayabilirsiniz ama mutlaka kazanırsınız. Aradaki farkı iyi okumak gerek.
Comments